Nerede Sergi Yapmalı?
Son on yıldır uluslararası ölçekte çalışıyoruz, yani neredeyse başladığımızdan beri. Bu uluslararasılık şimdi yazacaklarım hakkında bir öngörü edinmeme yardımcı oldu. Türkiye’de ya da şu anki güncel ve “kabul edilmiş” sanat literatüründe geniş kitlelerce tanınan ve sanat elitleri arasında kabul görmüş bir yerimiz yok. Bunu biliyorum ve buna şaşırmıyorum (arada hala şaşırıyorum, dürüst olacağım). Ama umursamıyorum çünkü çok büyük ve göz boyamaya dönük bir şenlik var ortada. Ve biz egemen sistemin kabul edeceği anlamda kayda değer bir üretim yapmıyoruz. Öyle yapmak bu şenliğe, piyasaya hakim yöntemleri izleyerek, piyasa koşullarına uyarak dahil olmak kandırmacanın parçası olmak olurdu. O yüzden her şey olması gerektiği gibi oldu ve oluyor. Ancak bu şenliğe katılmamak, “sanat işini” bilmemek demek değil. Sahte bir tevazuya gerek yok.
Bu on yıl içinde dünyanın hemen hemen her köşesinden sanatçı ile bizzat çalıştım. Çok farklı yapılarda sanat kurumu gördüm, tanıdım. Her birinin sanat anlayışı ve felsefesi (buna işletme anlayışı ya da bir iş olarak sanata bakışı da diyebilirim) bir diğerinden farklıydı. Buna bire bir bir fark diyemeyiz elbette. Bazısı benzer yaklaşımlar etrafında gruplanabilir: Bağımsız sanatçılar ve bağımsız mekanlar öncelikli olarak tercihim oldu.
Ticari galerilere ve ticari galeri sistemine iki sebeple inanmıyorum: Bir ürettikleri pek çok içerik, iki ürettikleri ekonominin niteliği. Zaman zaman etrafımda bu sistemin içindeki bir yerde ve kişilerle ya da yurt dışında herhangi bir kurumda sergi yapmayı “yırtmak”, dışarıya açılmak ya da tanınmanın adımını atmış olmak olarak değerlendiren insanlar görüyorum. Ve bu düşünceye hiç katılmıyorum. Ne olursa olsun anlayışıyla bu sistemde burada ya da dünyanın başka bir köşesinde sergi yapmak bir zafer değildir. Özellikle mesleğinin erken dönemlerindeki bir sanatçı için yanlış bir çabadır. Birlikte çalışılan kurumun yapısı, ürettiği içerikler ve bunları birlikte gerçekleştirdiği kişilere bakmadan doğru ve dürüst bir iş yapılıp yapılmadığı anlaşılmaz. Adorno’nun dediği üzere yanlış hayat doğru yaşanmaz.
Türkiye’de sanat üretmek de, sanat mekanı yürütmek ve bu mekan adına içerik üretmek de zor iş. Buradaki yapı, gelişmiş diğer ülkelerdeki piyasa sistemini bire bir taklit ediyor. Cebinde parası, arkasında yüksek sosyal statü mensubu ve sanat eseri satın alan bireyler ve büyüklü küçüklü şirketler olan galeri sahipleri paranın satın alabileceği her şeyi ve herkesi gerçek sanat (ya da yüksek sanat) olarak vitrine koyma gücüne sahipler. Çoğu bu gücü sonuna kadar kullanıyor. Sadece vitrine koymak değil, işlerini satın alabilecek alıcıları bulmak ve hatta sanatsever değil alıcı yaratmak üzerine çalışılıyor. Resim, heykel ve fotoğraf en çok satın alınan yapıt türleri. Bunları alabilecek kitle nüfusa oranla küçücük bir kaymak tabakası çünkü sahte bir piyasa sistemi hüküm sürüyor. Bir işin değerini neyin belirleyeceği çok uzun bir tartışma konusu elbette, burada ona girecek değilim ama bir ülkenin ekonomik yapısının, insanların eğitim ve alım gücünün her metanın ederini belirlediği kadar sanat yapıtının da ederini belirlemesi gerektiğini düşünüyorum. Ülkenin gerçekleri, ülkenin ekonomisi sanat ekonomisi için de ölçek olmalı. Üretimi mümkün kılan emek, araçlar ve onlarla bağlantılı ilişkiler bir temel, yani alt yapı oluşturur. Bunların dışında kalan, sanat, hukuk, bilim, ideoloji ve benzerleri ise bu temelin üzerinde şekillenir. Yani, her zaman alt yapı üst yapıyı belirler. Bu ilişki kitlelerin yararına çalışmayınca, ya da en basitinden bir uyumsuzluk olunca kitlelerin gözünde sanat uzak, yüksek ve yabancı bir meta oluyor. Ve o zaman piyasa sistemi kitleleri değil bir kısım ayrıcalıklı azınlığı hedef alıyor, sanatçıları o kitleyi yakalamak için güdülüyor, kendisi de sadece o kitleye konuşuyor. Sonuçla toplumu oluşturan diğer kitleler bu şenliği izleyen, biraz yakınlaşan, biraz uzaklaşan ve bolca da umursamayan kalabalıklar halinde etrafta kalıyor.
Sanatçı da bir galeriyle anlaşmak, piyasadan bir küratörle çalışmak ve onun sanatçı listesinde olmak için can atıyor çünkü ün ve para ancak bu yolla gelebiliyor (Başka bir yazıda diğer yollar üzerine düşüncelerimi ayrıca yazacağım). Bu sistemi destekleyen ise sanat medyası ve yürütülen PR kampanyaları. Bağımsız olarak anons edilenler dahil sanat medyası köşeleri kapılmış, kendi uydurdukları parolayı kendileri dışında kimsenin bilmediği, bu yüzden de söyleyemeyeceği için içeri giremeyeceği bir tanıtım partisi halini almanın ötesinde bir yere gitmiyor. Haliyle, medyanın yazmadığı hiç bir şey olmamış sayılıyor. Yazılanlarsa ancak medyanın yazdığı biçimde var olabiliyor. O yüzden sanatçılar için bir galeriyle anlaşmak, piyasadan bir küratörle çalışmak sanat medyasında da var olmak demek. Ve dediğim gibi ancak medyanın yazdığı gerçekten olmuş olan olarak literatüre geçiyor. O zaman işte sanat içerikleri üzerinden bir tartışma yürütülmeden sanatçı, galeri, küratör, koleksiyoner, PR şirketleri ve sanat medyasından oluşan bir şenlik başlıyor. Ve sanatçı bu sistemin herhangi bir ucundan ufak da olsa çapa atmış herhangi bir yerde sergi yapmayı maalesef bir başarı olarak görüyor.
Not: Yazıda PR geçen yerlere halkla ilişkiler yazmaya elim gitmedi çünkü anlattığım üzere burada tarif ettiğim süreçte ve dünyada halka yer olduğunu düşünmüyorum.
Notun notu: O zaman halka sanat isterse kendine başka bir yerde (her yerde) yer bulur.
İpek Çankaya, 07.06.2019, Bodrum