PEYZAJ VE KİŞİ
Lawrence Durrell’in çok ilginç bir kitabını daha okuyorum şimdilerde: Mekan Ruhu - Akdeniz Yazıları. Mektuplar, denemeler ve gezi yazılarından oluşuyor. Kitabı yayına hazırlayan Alan G. Thomas, Durrell’in Korfu, Mısır, Kıbrıs, Rodos, Yugoslavya ve Güney Fransa’da geçirdiği yıllar boyunca biriktirdiği düşünsel malzemeyi çok lezzetli bir kitaba dönüştürmüş. Şu an piyasada baskısı olmayan kitabı ikinci el olarak edindim ve hemen Peyzaj ve Kişi başlıklı bölüme daldım. Bir yandan da İngilizce aslını edinmek için harekete geçtim. Her şey yolunda giderse 22 Temmuz’a kadar kitap İstanbul’a ulaşmış olacak.
Kişisel arka planım nedeniyle dil ve çeviri benim için hep çok önemli oldu. Burada da ilk merak ettiğim şeylerden biri peyzaj kelimesini Durrell’in nasıl ifade ettiği oldu. Daha doğrusu kitabı Türkçe’ye kazandıran Ülker İnce hangi kelimeyi peyzaj olarak ifade etmiş demem lazım. Kısa bir araştırmayla yanıtı buldum. Bölümün orijinal ismi Landscape and Character ki bu düşünceleri çok daha ilginç bir yere taşıyor. O zaman peyzaj ve kişi kavramlarının yanında İngilizce’de landscape kelimesinin tam olarak ne ifade ettiğini ve bir de karakter (character) kelimesinin anlamı üzerine düşünmeye başlıyor insan. Burada karakter ilk bakışta insan karakterini çağrıştırıyor; ancak belki bir yerin, mekanın, coğrafyanın karakterine ya da roman kişilerine de referans veriyor olabilir. Bunu, o gözle bir daha okurken yeniden düşüneceğim.
Peyzaj ve Kişi, 12 Haziran 1960’da New York Times’ın magazin bölümünde yayınlanmış.
Makale şöyle başlıyor:
“Siz” diye dostça yazıyor Ohio’da bir eleştirmen, sanki peyzaj kişilerden daha önemliymiş gibi yazıyorsunuz.” Tam doğru olmasa da doğruya çok yakın çünkü peyzajın önemiyle ilgili özel bir düşünce geliştirdim ve “kişileri” neredeyse bir peyzajın işlevleri olarak gördüğümü rahatça kabul edebilirim. Bu düşünceye son yıllarda vardım, epeyce seyahat ettikten sonra -ama yine de bu noktada kullandığım sözcük konusunda kuşkularım var çünkü ben “gezi yazarı” olmaktan çok “yerleşik yaşayan” bir yazarım. Benim kitaplarım her zaman bir yerlerde yaşamakla ilgilidir, o yerlerden alelacele geçip gitmekle değil. Ama yavaş yavaş insan Avrupa’yı tanımaya, farklı kültürlerin şaraplarının, peynirlerinin, kişilerinin çeşnisine bakmaya başlayınca, bütün kültürlerin en önemli kurucu öğesinin yine de mekân ruhu olduğunu fark etmeye başlıyor. Nasıl belli bir bağdan, ayırt edilebilir özellikleri olan belli bir şarap elde edilirse, bir İspanya, İtalya, Yunanistan da her zaman aynı türde kültür üretir -yaban çiçekleriyle nasıl kendini dile getiriyorsa insanlar aracılığıyla da dile getirir.
Bu uzun paragraf son yıllarda ara sıra düşündüğüm ama net olarak toparlayamadığım bir fikri yeniden çağrıştırdı. Sadece çağrıştırmadı netleşmesine yol açtı. Aslında benim düşüncemden daha avangard bir bakış bu ve çok etkileyici. Ben doğru olduğunu düşünüyorum: Mekanların esas olduğu, insan ruhunu da üretimlerini de biçimlendirdiği düşüncesi. Her ne kadar -belki insana özgü bir kibirle- tersiymiş gibi görülse de, insan kurucu öge değil aslında. İnsan bir araç; mekanın, doğanın, coğrafyanın, yeryüzünün kendini ifade araçlarından biri. Mekan ruhu her şekilde yaptığımız tüm işlere yansıyor. O yüzden kişi bir yerde daha üretken oluyor, ya da tam tersi içi daralıyor, kalem oynatamıyor (ya da zanaati her neyse onu yerine getirmek imkansızlaşıyor). Belki de ilham kaçması ya da gelmesi mekanın “bağlayıcılığı”ndadır. Ve ürettiklerimiz aslında mekanın bizim aracılığımızla karakterini dışa vurmasıdır.
Üretkenliğin dışında bir de üretimin içerine yansıması var mekanın. Bunu en yakınımdaki kişiden, Doğu’nun yapıtlarından gözlemleyebiliyorum. Mekan -bu kelime de yetersiz kalıyor; aslında mekan+doğal çevre+habitat ve hepsinin içlerinde taşıdığı tarih, renginden, dokusuna, malzemesinden, konusuna ve hatta kokusuna kadar üretimi değiştiriyor, şekillendiriyor. Yakın arkadaşlarımdan sıkça duyduğum bir söz Doğu’nun resimlerinin Bodrum’a yerleştikten sonra nasıl renk değiştiği, içerik değiştirdiği. Aynı şeyi heykelleri için söyleyebilirim. Daha brüt, daha saf malzemeden, sanki toprağın altından kazılıp onlarca hatta yüzlere yıl sonra şimdi gün yüzüne çıkartılmış ya da tam tersi dün biten bir inşaattan kalan malzemelerle bugün yapılmışcasına hem tarihsiz, hem de düne ve bugüne birden tarihlenen heykeller yapmaya başladı. İşte işlerini tarif ederken kullandığım bu nitelikler aynı Bodrum gibi, Bodrum’u tarif ederken de kullanabileceğim nitelikler.
Bir de şu yerleşik yaşama fikri var, yazarın kendini gezi yazarı olarak değil, yerleşik yaşayan bir yazar olarak tanımlaması. Üretimin sürekliliğinde ve tabii niteliğinde bunun da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sürekli yer değiştirmek -bunu yaşamının neredeyse son on yılında düzenli olarak deneyimleyen biri olarak söyleyebilirim ki- aslında insanı çoğaltmıyor. Zaman zaman heyecanlı, neşeli ve çok yere yetişir gibi hissettirse de aslında konsantrasyonunu azaltıyor. Ben, örneğin halka sanat projesi için en verici çalışmalarımı Bodrum’da Art Halicarnassus’taki alanımda yapıyorum. 2010’dan beri süren İstanbul-Bodrum arası ikili yaşamım 2016-2017 boyunca İstanbul’da halka dışındaki sorumluluklarımı sonlandırıp merkezimi Bodrum’a kaydırmaya başladıktan sonra berraklaşmaya başladı. Bu yerleşiklik ve mekanın beni besleyen ruhu halka’ya ve diğer düşünsel üretimlerime daha konsantre olarak eğilmeme olanak tanıdı. Ve belki de en önemlisi ürettiğim projelerin içeriğini etkilemeye başladı. Art Halicarnassus’un bir mekan olarak ortaya çıkması ise süreci belli bir yol izleyen bir raya oturttu. Yazmak, çizmek, düşünmek, araştırmak, planlamak, günlük akışı izlemek, yeri varsa yönlendirmek bunların hepsi İstanbul’a yaptığım git-gel’lerden çok daha verimli ve kapsamlı biçimde uzun süre tek mekana bağlı kaldığımda oluyor. Uzakta ya da tatilde değilim, içinde, merkezindeyim. Aynı zamanda bana ilham veren ya da benim aracılığımla kendini ifade eden bu eski ama eskimeyen peyzajın içindeyim. Ve bu peyzaj beni Bodrum’a, uygarlık tarihine, doğaya, yaratıcı üretime ve halka’ya bağlıyor. Ya da hepsi bu yerde, Art Halicarnassus’ta birbirine bağlanıyor diye hissediyorum.
İpek Çankaya, 11.07.2019, Bodrum